Televizyon Ruhsatnamesi
1970’li yıllarda evlerimize televizyon cihazları girmeye başlayınca, devletimiz bizlere “TV Ruhsatnamesi” diye bir vergi toplama sistemi hazırladı. Eve bir televizyon cihazı aldığınızda her yıl bir kez PTT şubelerine gidip, o yıla ait payınıza düşen vergiyi ödüyordunuz. 1980’lere gelindiğinde 12 Eylül çılgınlığını yaşamış olan ülkemiz, vergi toplama sıkıntısı yaşamaya başlayınca, nedense “bir anda farkına vardı ki” evlerine bir değil, iki televizyon alanlar bile bu vergilerini ödemiyorlar. Genç nesil için hatırlatayım, o zaman daha cihazın üzerine Bandrol yapıştırma alışkanlığı başlamamıştı.
Şimdi diyeceksiniz ki, “Bunu niye anlatıyorsun bize?” Efendim, ben de TRT Televizyonumuzun, hele İzmir’deki ilk sunucularından biri olarak çok tanınıyorum. Bora Uçar yönetmenimle gerçekleştirdiğimiz, o zamanlar İzmir Televizyonu’nun yüz akı “CUMARTESİ 13” programımız ile anısıyla güzel dostum Cenk Koray’ın sunduğu “TELE PAZAR”la birlikte – şimdinin deyimiyle – “Reyting” rekorları kırıyoruz. Kısaca ben de, TRT kurumunun ekrandaki yani vitrindeki yüzlerinden birisiyim. İşte, o günlerden bir gün, TRT İzmir Bölge Müdürü, neredeyse tüm çalışanları bir araya toplayıp, şu açıklamayı yaptı. “Arkadaşlar, halkımız TV ruhsatlarının vergisini ödemiyor. Kurumumuz için önemli bir kaynağı olan bu gelirleri denetlemek üzere, her birinizi, yalnızca İzmir değil, Ege il ve ilçelerinde de ruhsat kontroluna yollayacağız.” Kısaca hafta içinde, kurumumuz bizleri yakın ya da uzak ilçelere yollayacak, bizler de ev ev dolaşıp insanlara “TV ruhsatınızın vergisini ödediniz mi?” diye soracağız.
Ben, bu açıklamadan bir kaç saat sonra, Bölge Müdürü’nün odasına gidip onunla görüşmek istediğimi söyledim. Beni kabul etti. Ona “Efendim, ben kurumumuzun ekrandaki yüzlerinden biriyim. İnsanların evlerine gidip “verginizi ödediniz mi” diye sormamı yanlış bulmuyor musunuz?” diye sordum. O da büyük pişkinlikle “Yooo, daha iyi ya! Tanıdık bir yüz görürse, daha kolay öder vergisini” diye yanıtladı beni. Kısaca, itirazım reddedildi!
TRT Kurumu, o zamanlar tek izlenme aracı olduğu için, bir – iki hafta ekranlarda “Ruhsat verginizi ödediniz mi?” duyuruları yaptı. Ve sıra geldi – askerlikte olduğu gibi – gideceğimiz yerlerin belirlenmesine… Bana da, bu çekilişte Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi ile onun bir başka beldesi Tunçbilek düştü.
Hafta içinde atladık otobüse, adını unuttuğum bir TRT mensubu ile birlikte, tuttuk önce Tavşanlı’nın yolunu. Yolda konuşuyoruz birbirimizle bu işi nasıl kotaracağımıza dair… Hangimizin aklına önce geldi hatırlamıyorum ama, dedik ki, “Önce kaymakama gidelim, ondan tüm ilçede anons yapmasını isteyelim. Halkımız da tıpış tıpış vergilerini ödemeye gitsin!” İnanmazsınız ama, yaptığımız plan inanılmaz işledi. Kaymakam, çok doğal olarak, beni ekrandan tanıdığını, sunduğum programlarımı çok beğendiğini, bizlere severek yardım edebileceğini söyledi, kahvelerimizi içerken. Sonra da, “Yanınıza bir görevli vereyim, kasabamızın en zengin insanlarının evlerine götürsün sizleri. Onlar da bir değil, iki ya da üç televizyon olduğunu biliyorum. Ödemelerini sağlayın” dedi. Bu gerçekten bize büyük kolaylık sağladı. Kasabada yapılan anonstan sonra, şaşılacak vaziyette, insanların PTT önünde sıraya girdiklerini gördük. (Resim 3) Öğleye doğru, kasaba zenginlerinden, onların deyimiyle erkanından birisinin evine konuk olduk. Daha önceden haber verilmiş onlara… Eşi ve çocuklarıyla birlikte karşıladı bizi… Beni ilk şaşırtan, salonun ortasında bulunan fıskiyeli havuz oldu. Evleri hayli büyüktü. Salondaki büyük ekranlı cihazın dışında – o zaman tüm televizyonlar siyah-beyaz – çocukların odasından da televizyon sesi geliyordu. Gayet kibar şekilde ruhsat ödemelerini sorduk. Böylece anladık ki, aslında iki değil, üç televizyonları var. Hatta ilki hariç, diğer ikisinin vergileri biz gelmeden biraz önce ödenmiş! Neyse, bizi ilgilendiren vergilerin ödenmiş olmasıydı. Bizi öğle yemeğinde bırakmadılar. Yemek sonrası izinlerini isteyip, bir başka eve yollandık yanımızdaki Kaymakamlık görevlisiyle…
Gittiğimiz o ev, bir başka görkemliydi. Bu evde gerçi fıskiyeli havuz yoktu ama, tavanlar yüksek ve şaşaalı avizelerle doluydu, Anadolu’nun bu leblebisi ile ünlü kasabasında… Orada öğrendim ki, İlçenin ismi de leblebinin yapıldığı “tav”dan gelmiş ve Tavşanlı olmuş: yani Tav’ı Şanlı… Evini ziyaret ettiğimiz kişi de, oranın leblebi krallarından birisiymiş. Az daha, “burada çok mu tavşan bulunur?” diye soracaktım, gerçeği öğrenmeden önce… Şaşırmazsınız değil mi, o evde de üç televizyon çıktı. Hem de ruhsat vergileri o gün ödenmiş!
Bir gün sonra 12 kilometrelik, yaklaşık 15 dakika süren kısa bir yolculuktan sonra Tunçbilek’e vardık. Burada da ilk işimiz Muhtara gidip beldede anons yaptırmak oldu. Sonra öğrendik ki, Tavşanlı kaymakamı, bir gün önce burada da duyuru yaptırmış. Kısaca herkes haberliydi. O nedenle buradaki işimiz çok kolay oldu. Beni en çok şaşırtan, orta okuldan bu yana linyit kömürü çıkarmasıyla tanınmış bu beldemiz halkının çok yüksek tahsilli kişilerden oluşmasıydı. Öğle yemeği için gittiğimiz Şehir Kulübü’nde, resmen entelektüel kişilerden oluşan insanlarla karşılaşmanın mutluluğunu duydum. Müzik, sanat, edebiyat, politika, hemen her konuda konuştuk oradaki mühendis dostlarla. Tunçbilek’teki işimiz Tavşanlı’daki gibi uzun sürmedi. Bilinçli halkımızın çoğu vergilerini ödemiş, az sayıdaki ödemeyenler de bizim gittiğimiz gün PTT şubesinde paralarını ödemişti.
TRT yaşamım içinde, İzmir’den çok uzaktaki bir kentin, iki kasabasını bu kısa sürede görme ve insanlarını tanıma fırsatını bulmuştum. Dönüşümde, “Burnu büyük, kibirli bir insan davranışı gösterip, bu iki güzide yere gitmeyi istemememe çok kızmıştım” Neyse ki şimdi, artık çoktan piyasadan kalkan TV ruhsatnameleri yüzünden böylesine güzel bir serüveni yaşamış olmanın mutluluğunu duyuyorum.
Ümit Tunçağ




