Benim allı yeşilli mavili çektirmelerim, takalarım
Çektirmelere, takalara düşkünlüğüm biraz eskiye dayanır.
Yıl 1961, yaş ise, 15. Öğrenciliğim sırasında yaz tatillerinde çalışırdım. İş yerim bugünkü Gümrük civarındaydı.
Öğle paydoslarında Gümrük ile Pasaport arasındaki gezintilerimde, eski iç limanı incelemek çok hoşuma giderdi. Bir mavnanın üstüne oturur hafif, hafif sallantısı ile etrafı seyrederdim.
Mavnaları bilirsiniz değil mi? O kapkara olan mavnaları. Yine de bilmeyenler için yazayım, ağır tonajlı gemiler, şilepler gibiydi. Model olarak değil, bir defada çok yük taşıdığı için, çok geniş ve büyük bir ambarı vardır. İçinde çift kale futbol oynanır diyebilirim.
Mavnaların motoru yoktu, ancak römorkörler tarafından çekilirdi o devirde, sonradan motorlu olduysa ben bilmiyorum.
O kadar çok mavna vardı ki, saymakla bitmez. Sahi onlar şimdi nerede, başka deniz şehirlerine ya da ülkelerine mi gittiler, artık hiç biri görünmediğine göre onlara olan ihtiyaç bitti.
Desenize o kocaman kara mavnalarla da işimiz bitmiş, Bizim kuşak ne çok şey gördü ve yitirdi. Ama farkındıysanız bizim olanlar birer ikişer elimizden ya da gözümüzden kayıp gidiyor…
Çok şey gördüm ve çok şey kaybettik…
Tabii yaa, şimdinin taşıma konusunda kontenyerler var. Doldur içine malı, geminin vinci alsın kapalı kutuyu bilmem kaç katlı şilebin üstüne koysun. Konu bitti, bir daha ineceği ülkenin limanında ayni işlem bu defa tersine şilepten rıhtıma şeklinde olacak.
O zamanlar, o iç liman o kadar hareketliydi ki şaşırırsınız. Bordasından kordonun, antik Efes’ten getirilmiş ve kordon boyunca döşenmiş olan, mermer bloklarına yanaşan ve ip bağlama babası olarak kullanılan tersten betona gömülmüş, eski Osmanlı toplarına bağlanan çektirmeler ve takalar çok hoşuma giderdi.
Onların cart renkleri hep ilgimi çekmiştir. Kırmızının altında sarı, üstünde yeşil ve olmazsa olmaz renkleri Ege laciverti. Hatta orta okulda, ilk yağlıboya resim denememde de çektirmeleri, takaları resmetmiştim.
O iç limanda bir de ilgimi çeken, iki at koşulu arabalardır. Onlar ne cefakar atlardır, bütün bir gün gidip gelirler. Sadece durdukları zaman boyunlarına bir kıl torba geçirirlerdi içindeki samanı yemesi için.Zaten yedi, yedi. Biraz sonra yük sarıldı mı, yine yollara düşecek ve arabacının kamçısını şaklatmasıyla kah sağrısına kamçı ile vurmasıyla hareketlenir, bir gayret daha ileri atılır. Tarihin ilk çağlarından beri, bize hizmet etmiş atlarımızı daha insanca kullanmamız gerekir diye düşünürüm hep.
Bu iki atlı arabalar ve hamallar limanın olmasa olmazıydı. Nasıl olsun ki at arabasının biri gidiyor, diğeri geliyor, Çektirmeden tek kollu ve torba gibi ağı olan vinçle arabanın üstüne getirilir yavaşça arabanın içine bırakılır içindeki gelen mal neyse.
Esas burunlu kamyonlar geldiği zaman, hamallarda devreye girerdi. Nedense vinç her zaman ya da her mala kullanılmazdı. O zaman arı gibi çalışan hamal taifesi, Kordon’dan gemiye uzatılmış kalın ve iki hadi bilemedim üç karışlık bir kalas üstünde, ip cambazı gibi koşturur, gemiye çıkar, alacağını sırtına alır, koşturur aşağıya iner.
Ama kamyona, ama atlı arabaya yüklerini bırakırlardı.
Arabanın biri gelir biri gider, kornalar, hamal başının patlattığı narası, hamalların bağrışmaları ve tahta üstünde koşturmaları iç limanın dekorunu tamamlardı.
Bir de seyyar satıcılar, insanın ağzını sulandıran süt kuzu kokoreççiler, gevrekçiler, mevsimine göre meyve satanlar, “hayde süt mısır “diye bağıranlar. Arada trafik polisinin çaldığı düdük. Olmazsa olmazlardan biri de turşucuydu, içi yanan hamallar içer kısa bir süre sonra da su ararlardı, iç yangınlarını söndürmek için.
O zaman Kordon bugünkü yer karoları gibi geniş kare taş döşeliydi, kaldırımı da ayni taşlarla kaplıydı.Ben o taşları hala ararım. Bereket Kordon’da iki yerde mostralık olarak kaldırımda bırakılmışlar. O taşların Venedik’ten geldiğini bir yerlerde okumuştum.
Yolun kara tarafı yine o tarihlerde, boydan boya depolarla kaplıydı. Renkleri de nedense sarı ve veya sarının tonları olurdu. Bir çoğunun tütün deposu olduğunu içerden gelen kokudan hemen anlıyorsunuz. Buralara da iki at koşulmuş arabalar ve burnu uzun kamyonlar sürekli tütün balyası getirir ve kalas üstünde koşmaca başlardı yine. Birkaç gün sonra gelecek gemi ile Avrupa ya gidecek olan Türk tütünleriydi bunlar. Şimdilerde olmayan ya da ender olan…
Neden tütün dikelim elin Virjinya Tütünü dediği tütün varken biz…
O depolardan geminin geleceği güne hazırlık yapılır ve bu sefer, gemiden aşağı kamyona ya da çift altı arabaya değil, gemiye doğru bir koşturma başlar, ama bu sefer ambara kadar dolu inilir, depoya yeni balya için dönülürdü. O depoların bile bir asaleti vardı. Hiç bilmeyene;” limana geldin, ben depoyum, ihracata çalışırım” derdi adeta.
Artık benim çektirmelerim takalarım yok, onların modası geçti. At arabaları da yok, hamallar da yok oldu. Devir değiştikçe etrafın manzarası da değişiyor. Sadece değişmeyen, denizin kavgacı kuşları martılar.
Onlar bizden evvelde vardı, bizden sonrada olacaklar. Oysa eskinin hali her şeyde bir başkaydı. Bir çoğunuzun benim gibi düşündüğünüzü tahmin edebiliyorum. Ya da yaş ilerledikçe, eskiye olan tutku mu artıyor? Nasıl sayarsanız, sayın artık…
Burada Orhan Veli Kanık’ın bir deniz şiirini sunmak ve kendisini rahmetle, saygıyla anmak istiyorum. Umarım sizlerde bana katılırsınız…
Dalga
Ne kağıt yeter ne kalem,
Mesut sanmam için kendimi
Ne takayım, ne tekneyim.
Öyle bir yerde olmalıyım ki,
Ne karpuz kabuğu gibi,
Ne ışık, ne sis, ne buğu gibi…
İnsan gibi.




