Bir bayram üç duygu

Kurban denince aklıma üç duygu birden gelir. İkisi çocukluğumdan. Üçüncüsü daha ileri yaşlarımdan.

Birincisi sevinç. İkincisi hüzün. Üçüncüsü ise kızgınlık.

Her bayramda sevinirdik. Üç kardeştik. Üçümüzün de bayram elbiselerini annem dikerdi. Ancak bayram sabahına kadar onları giymemize asla müsaade etmezdi. Ne büyük heyecanla beklerdik bayram sabahını. Bir de tabii bayramlaşma sırası vardı. Ev halkının tamamı ve de o sırada bayram tatili vesilesiyle bizim evde toplanmış hem anne hem de baba tarafından akraba taallukat bir araya gelirdik. Sabah büyükler namazdan dönünce kahvaltıya oturmadan yaş sırasına girerler; küçükler onların ellerinden öperken, büyükler de küçüklerin ya yanaklarından ya da alınlarından öper ve mutlaka yaşına başına uygun az ya da çok bayram harçlığı verirlerdi. Bu, sürecin sevinçli kısmıydı.

Gelelim anılarıma yerleşmiş olan ikinci duyguya; yani hüzne.

Babamın memur maaşı ancak geçinmemize yetiyor, evde o yıllarda sürekli bir tasarruf havası esiyordu. Bugünlerde hayli moda olan enflasyon muhabbeti o yıllarda da revaçtaydı. Hele de gıda enflasyonu.

Bu nedenle kurbanlık koyun alımı gibi lüksler (!) yaşanmazdı bizim evde. Peki ne olurdu?

Aylar öncesinden yeni doğmuş kuzu alınırdı. O küçücük kuzu, otlarla kaplı bahçemizdeki tavuk, hindi, kedi ve köpeklerin arasında aylarca mutlu mesut yaşar, semirir, Kurban Bayramı’na kadar bir güzel büyür, şahane bir koyun hâline gelirdi.

Ailenin bütün fertleri, hele de en küçükleri olan ben, aradan geçen zaman zarfında bizim kuzuyla özel bir ilişki tesis eder, âdeta arkadaş olurduk. Öyle ki o kuzu, diğer tüm hayvanlardan fazla laftan anlar, peşimizden de ayrılmazdı.

Bir tanesinin adını da ben koymuştum… Neydi biliyor musunuz? Yaşar! Daha dramatik bir ad koyamazmışım sanki.

Yaşar’ın kurban edilişini bir ömür unutmadım. Yakınlarım bu durumu bilir, bana kurban eti yeme konusunda hiç ısrarcı olmazlar.

Sıra anılarıma yerleşmiş üçüncü duyguda. Yani kızgınlıkta…

Başrolünde Yaşar ve benim olduğum hazin hikâyeye rağmen hiçbir zaman toplumun inancı, değerleri ve gelenekleriyle didişmek benim ve ailemin aklının köşesinden geçmedi. Ayrıca yediğimiz et ürünlerinin tarlada yetişmediğini idrak edeli çok olmuştu. Zaten 2000’lere gelene kadar kurban konusu toplumun hiçbir düzeyinde tartışma konusu da yapılmamıştı.

Yani kurban kesimiyle ilgili başlatılan karalamanın, alaycı eleştirilerin, klişe tartışmaların tarihi hiç de eski değildir.  Dünyada bir anda alevlendirilen İslamofobi (İslam düşmanlığı) ve onun Türkiye’deki uzantılarının gelip takıldıkları yerlerden biridir kurban meselesi.

Toplumun neredeyse tamamı tarafından kabullenilmiş bir inanç unsurunu, “şartlanmış zihinlerle” yerden yere çalmanın hiçbir işe yaramadığını, tersine, inançlı insanları rencide edip kızdırmaktan öte gitmediğini görememek için insan özüne bir hayli yabancılaşmış olmalıdır.

Kurban’ın inanç ve toplumsal fayda odaklı analizini yapıp anlamaya çalışmak yerine, kesim sırasında kendisine zarar veren amatör kasaplara, ipini koparıp kaçan, sokakları ve trafiği birbirine katan büyükbaş hayvanların haberlerine odaklanan; ortalıkta kesim yapıp çevre kirliliğine neden olan birkaç kültür yoksununu alay konusu yapan ve nihayetinde tüm İslam âlemini aşağılamaya çalışan, ancak darda kaldıkları her an, bildikleri tüm duaları okuyan “bîidrak” tayfası keşke neye ve kimlere hizmet ettiklerini bilseler.

Keşke bir nebze olsun kendi içinden çıktıkları bu milletin kültür ve değerleriyle barışsalar da bayramları hep beraber kutlasak.

Ali Saydam

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu