Kartalkaya’daki otel ve demokrasimiz aynı gün yanarken…

Kartalkaya’daki yangın bütün ülkeyi dehşete düşürdü ve yüreklerimizi dağladı. Alevler insanları öldürdü, aileleri söndürdü, ülkeyi yasa boğdu. Vefat eden vatandaş sayısının her an artıyor olması bizi kahretti. Bu korkunç felakette hayatını kaybeden herkese baş sağlığı diliyorum. Bu trajedide yine hiç kimse istifaya gerek görmedi. Olağan sahneler devam etti. Otel şayet Turizm Bakanlığı denetimindeyse, zaten belediye oraya karışamaz, bu herhalde biliniyor değil mi? Merak ediyorum yine CHP’li belediyeden mi insanlar kurban seçilecek?

Ne kadar acıdır ki Bolu’da yaşananlarla aynı gün, demokrasimiz de yanıyordu… Türkiye’nin yangını tüm ürkütücü bilançosuyla keşfettiği günün sabahında önce CHP Gençlik Kolları Başkanı Cem Aydın gözaltına alındı, ardından İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında jet bir suç duyurusu yapıldı. “Bu nasıl bir ülke, neler yaşıyoruz?” diye insanlar birbirleriyle panik içinde konuşurken, yaranın üstüne tuz basar gibi Ümit Özdağ’ın Ankara’da akşam yemeği yerken bir restorandan apar topar götürülüp gözaltına alındığı haberi bomba gibi patladı. İşte bu bardağı taşıran damla oldu. O anda herkes Bolu’daki yangına paralel olarak, aynı büyüklükte bir ateşin demokrasimizi yakmaya başladığını fark etti.

Eskiden kör topal da olsa ilerleyen, “Türkiye çapında” bir siyasi ortamımız vardı. Artık demokrasi “varmış gibi” davranılan tam bir üçüncü dünya ülkesi haline dönüştük. Güya özgür basın var, seçimler var, partiler var, sosyal medya var, konuşulan tartışılan fikirler var… Halbuki işin özünde ceza aldığı için kapatılan televizyon kanallarından attığı tweet yüzünden evi basılan lise öğrencisine kadar, suçunu algılayamadan hapse atılan ve orada yıllarca tutulan kitle örgütü aktivistinden haklarında sürekli soruşturma açılan, fezleke düzenlenen en önemli siyasi kişiliklere kadar, ülkede kimse haklarının ve ifade özgürlüğü sınırlarının nerelerde başlayıp bittiğini bilmiyor.

KRİZLERİ EKSİK OLMAYAN ÜLKE

Türkiye, genç demokrasi tarihinde birçok kriz yaşadı. Bunların birincisi ve en önemlisi Demokrat Parti’nin 1950’ler boyunca ve özellikle 1960’a merdiven dayayan yıllarda kendisini iktidara taşıyan demokrasiden korkması ve basın özgürlüğü ile beraber ana siyasi rakibi olan CHP’yi yok etme girişimiydi. Hapse atılan gazeteciler, aşağılanan üniversite hocaları, öğrenciler, kapatılmaya çalışılan ana muhalefet partisi, linç edilmeye çalışılan İsmet İnönü, bırakın demokrasiyi sokakları bile yaşanamaz hatta nefes alınamaz bir hale dönüştürmüştü. Türkiye bunun dışında 68 olaylarının ardından gerginleşen siyasi ortamda 71’de Ordu muhtırası, 80 yılında ise darbe yaşadı. 28 Şubat 1997’de iktidar ve TSK, Milli Güvenlik Kurulu’nda tarihi ve kritik bir akşamüstüne tanıklık ettiler. İşin acı tarafı neydi biliyor musunuz? İktidar, ordu, siyasal partiler ve halk arasında bir daha 1960 öncesinde olduğu gibi dev gerilimler olmasın, darbeye bir daha asla yol açılmasın diye 1961 Anayasasına Milli Güvenlik Kurulu yerleştirilmişti. Böylece herkes eteğindeki taşları dökebilecek, her şey ilk ağızdan tartışılacak, Türkiye ağır krizlere düşmeyecekti.

Bütün bunlar tabii lafta kaldı. 2002’den itibaren gerilimlerin her türlüsü bu ülkede giderek daha da fazlasıyla yaşandı. Atatürkçüler’in yıllarca teşhir ve ihbar ettiği FETÖ çetesi, 15 Temmuz 2016’da en rezil ve amatörce sergilenen darbe denemesinde rezil oldu ve İktidar onca yıldır bu ikazları göz ardı ettiği için merkezinde bulunduğu durumun hem dolaylı ortağı hem de mağduru konumuna geçti. Yüzlerce vatandaşımız hayatını kaybetti. İktidar, yaşananlardan ders alıp tarikatlardan uzak duracağına, adeta yeni bir iç güveysi yarattı.

Diğer yandan da sistematik olarak yeni düşmanlara işaret ettiler, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın en büyük iki rakibinden biri olarak ortaya çıkan Ekrem İmamoğlu dışında, bir de AKP’nin izlediği Suriye politikasının en büyük anti tezini ortaya koyan Zafer Partisi ve Ümit Özdağ’ı ana karşıtları arasına almaya karar verdi. Bu arada gazeteciler ve kimi demokratik kitle önderleri sıkıştırılmaya devam edildi. Bu cadı avları “İkinci Ergenekon” yakıştırmalarını ortaya çıkardı.

CESUR VE OMURGALI BİR SİYASETÇİ

Fikirlerini beğenin veya beğenmeyin, Ümit Özdağ omurgalı bir siyasetçi. Ben de kendisinin, 24 saat içerisinde Erdoğan’ın en büyük muhalefeti konumundan en büyük destekçisine dönüşen Devlet Bahçeli’ye veya bugün AKP’nin içinde siyaset yapan kimi eski Erdoğan karşıtlarına benzeyeceğini hiç sanmıyorum ve inanmıyorum. Onun Türkiye sevgisi çok samimi ve köklü. Evvelsi gün tutuklandıktan sonra “Mücadeleye cezaevinde devam edeceğim” diyen Özdağ, bu süreçte cezaevinde bir ölüm riskiyle karşı karşıya olduğunu topluma açıkça duyurdu ve çok gri bir şekilde tutukluyken yaşamını kaybeden Kaşif Kozinoğlu’nu işaret etti.

Bütün bunlar gerçekten çok acı. Dünyanın herhangi bir yerinde, bir siyasi parti liderinin tutuklanması için devletin güvenlik sırlarını başka bir ülkeye vermesi, adının bir cinayete karışması veya bir yolsuzluk yapması lazım. Oysa, bugün gösterilen gerekçelerle bir parti liderinin içeri alındığı haberi yarın batı medyasında patladığı zaman bunun Türkiye’nin imajına ve hatta ekonomisine getireceği zararları maalesef düşünemiyorlar. Bu kadar ağır krizlerle sözde demokratik bir rejim içinde bitkisel hayatta yaşayan bir ülkeye kim yatırım yapar hatta kim gönül rahatlığıyla buralara tatile gelir? Bir de tabii Özdağ hakkında hiç kimse “kaçma şüphesi var” diyemez! Buna Türkiye’de kimse inanmaz.

MUHALEFET TOPLU OLARAK KENETLENMEYE MECBUR

Türkiye’nin sözde demokratik ve solcu insanlarının, son 35 yılda gemilerini hatalı yürüttüklerini ve bu ülkeyi İskandinavya ile karıştırdıklarını hızla itiraf ederek günah çıkarmaları lazım. Bu ülkede güçler ayrılığı kalmadı, güvenilir bir hukuk ve yargı sistemi kalmadı ve maçı yönetecek objektif bir hakem hiç kalmadı. Öte yandan aynı maçı her ne pahasına olursa olsun sonsuza dek kazanmaya kararlı bir başka kişi, demokratik sistemde koltuğunu kaybetmeyi göze alamıyor. Bu nedenle, yapılan toplantılarda hangi konular nasıl konuşuluyor, inanın çok merak ediyorum. Özdağ’ın avukatının açıkladığı gibi, bu durum özelinde “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek” maddesi soyut ve göreceli gözüküyor.

Seçimlerden bu kadar korkan bir iktidara karşı, Türkiye’de demokrasiyi ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak isteyen siyasi yapılar bugüne kadar görülmedik ittifaklara yanaşmaya mecburlar! Mesela CHP, Zafer Partisi, İYİ Parti ve sosyalistlerin normalde bir araya gelmesi mümkün görünmüyor, değil mi? Ama işte bunu gerçekleştirmeye mecburlar. Yoksa bunun bedelini o partiler ve liderler değil, Türkiye Cumhuriyeti ve demokrasi öder. Bu doğrultuda da önemli adımların atılmış olması, yaratılan baskıcı ortamın içinde memnuniyet verici bir ışık.

DEM Partisi ise, herhalde şimdi kapalı kapılar ardında ciddi krizler yaşıyor, bir yandan demokratik olağan akışa bu kadar müdahale edilmesine tepki vermek isterler, diğer yandan da başlayan malum süreci durduran taraf kendileri olmak istemezler! Bu nedenle herhalde çok kararsız ve rahatsızlar…

Pek yakında, tekmili birden “Sonsuz Türkiye Cumhuriyeti” dizisinde!

Bedri Baykam

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu