Kendinden kaçmanın bir yolu: Ertelemek
Ertelemek, çoğu zaman bir takvim sorunu değil, hayatımıza imza atmaktan duyduğumuz korkudur.
Bir işi ertelemek görünüşte sıradan bir davranıştır: “Sonra yaparım.” Bu cümle, zihnimizin perde arkasında işleyen iç tiyatronun sessiz repliğidir. Görünürde sıradan bir erteleme, gerçekte bastırılmış duyguların, toplumsal beklentilerin ve kimlik çatışmalarının dışavurumudur.
Aslında erteleme, içimizde sürekli ötelenen bir başlangıç gibidir. Her sabah kurulan ama çalmayan bir çalar saate benzer.
İnsan neden erteler?
Bu sorunun yanıtı yalnızca zaman yönetiminde değil, yönünü yitirmiş bir pusulanın ibresindedir.
Modern zihin, acil ile önemli arasındaki farkı seçemediğinde dönüp durur. Erteleme çoğunlukla zaman kaybı değil, yön kaybıdır. Bu yönsüzlüğün kökenini anlamak için zihnin işleyişine bakmak gerekir.
Ertelemenin anatomisi
Zihin bazen kendi içine kapanmış bir kale gibidir. Kapıyı açmak isteriz, ama nörobiyolojik kilitler izin vermez. Bunun temelinde beynimizin iki güçlü bölgesi arasındaki çekişme yatar:
Prefrontal korteks plan yapar, hedefler koyar, sorumlulukları hatırlatır.
Limbik sistem ise zevke ve konfora yönelir, anı tercih eder
Bu ikisinin çatışmasında insan yola çıkar, ama ilk sapakta geri döner.
Piers Steel’in ‘Zamanlama Motivasyon Teorisi‘ bu çatışmanın matematiğini kurar. Bir göreve yönelme isteğimiz, işin anlamına, başarılı olacağımıza inancımıza, ödülün uzaklığına ve dürtüselliğimize bağlıdır. Bu görünmez hesap makinesi çoğu kez bizi ekrana, bildirimlere, atıştırmalara yönlendirir. Çünkü haz, beklemez.
Ama erteleme yalnızca zihinsel değil, duygusal bir kalkandır. Timothy Pychyl ve Fuschia Sirois’in gösterdiği gibi, bu davranış tembellikten değil, kaçınma ihtiyacından doğar. Bir dosya açmak bazen sadece iş değil, başarısızlık korkusuna, yetersizlik hissine ve görünür olma kaygısına kapı açmaktır. Mükemmeliyetçi kişi için ‘Ya kusurlu olursa?‘ korkusu, ‘Hiç olmasın daha iyi‘ye dönüşür.
Kafka’nın ‘Şato‘ adlı eseri bu noktada güçlü bir metafor sunar: Ana karakter şatoya ulaşmak ister ama her adımda engellenir. Şato, hem arzulanan hedef hem de bir türlü girilemeyen bilinç kapısıdır. Biz de kendi içimizdeki şatoya yaklaşmak ister, fakat görünmez engeller yüzünden hep geri döneriz.
Zihnin bu çatışmaları yalnızca bireysel değildir. Onları yoğunlaştıran, toplumun dayattığı roller ve hızdır.
Toplumsal roller ve erteleme
Bireyin iç çatışması, toplumun sahneye koyduğu oyunda sergilenir. Modern çağ hepimize roller biçer: üretken çalışan, ilgili ebeveyn, sürekli gelişen birey… Her rol bitmeyen bir performans talep eder; ama her oyuncunun enerjisi aynı değildir
Hartmut Rosa’nın ‘Hız Toplumu‘ kavramı bu tükenişi açıklar: Daha hızlı yaşamak zorunda bırakılan insan, hızla yorulur. O kadar çok hedef, proje ve karar vardır ki zihin kilitlenmiş bir ekrana döner. “Hangisine başlayacağım?” sorusu cevapsız kalır. Sonuç: Hiçbirine başlanmaz.
Barry Schwartz’ın ‘Seçim Paradoksu’ burada devreye girer. Seçenekler çoğaldıkça özgürleşmek yerine donarız. Yapılacaklar listeleri üretkenlik araçları olmaktan çıkar; kişisel yargı defterine dönüşür: “Yine yapmadın. Yine başaramadın.” Bu iç monologlar yalnızca üretkenliği değil, özsaygıyı da kemirir.
Sosyal medya çağında baskı daha da fazla Herkes okur, yazar, üretir görünüyor. Bu kolektif vitrin, bireyin iç dünyasında boşluk yaratıyor: “Ben neden yapamıyorum?” sorusu yankılandıkça, erteleme bir savunma haline geliyor.
Böylesi bir toplumsal baskı, ertelemeyi yalnızca bir davranış değil, vicdana kazınan bir yük haline getirir.
Zaman, vicdan ve kaçış
Erteleme çoğu zaman bilinçli bir karar değil, duygusal bir kaçıştır. Brentano’nun niyetlilik kavramıyla söyleyecek olursak: Zihin bir nesneye yönelmeden anlam üretemez. Yönsüz zihin ise pervane gibi döner, enerji harcar ama yol almaz.
Yapılmayan işler, içimizde biriken tozlu kutulara benzer. Her erteleme, vicdanda atılmış bir çentik bırakır: “Yine yapmadım.” Bu çentikler ağırlaştıkça kişi yalnızca işlerini değil, kendini de erteleyen biri gibi hissetmeye başlar. Ertelemek, bir görevi yapmamak değil, bazen kendi hayatını yaşamamaktır.
Ama bu fark ediş, bir son değil; bir başlangıç da olabilir.
Ne yapmalı?
Erteleme bir irade meselesi değil, bir ilişki meselesidir: Kendimizle, zamanla ve beklentilerle kurduğumuz ilişki.
Kristin Neff ve Christopher Germer’in öz-şefkat yaklaşımı, bu ilişkinin dönüştürülebileceğini gösterir. Kendimizi yargılamak yerine anlamak, mükemmellik yerine ‘yeterince iyi’yi kabul etmek, büyük yükleri küçük adımlara bölmek… Zihnin donmuş gölünü çözebilir.
Bir işe başlamak, bazen sadece dosya açmak değil, kendine “Ben buna değerim” demektir. Çünkü ertelenen çoğu zaman bir görev değil, kişinin kendi varoluşudur.
Kendimizi ertelemeyi bıraktığımızda hayat da yavaş yavaş ertelenmeyi bırakır.
Kendini ertelememek
Erteleme, modern insanın yalnızca davranışsal değil; varoluşsal bir yankısı. İçimizde suskun bir piyano gibi… Sesini bastırabiliriz ama orada.
Onu disiplinle veya sertlikle değil, anlamak, dinlemek ve sabırla yönetmek gerekiyor. Çünkü belki de en önemli işimiz, artık kendimizi ertelememek.
Çünkü ertelediğimiz şey işler değil, kendimiziz ve kendini erteleyen bir hayat, aslında hiç başlamamış bir hayattır.




