Tüketimle büyüyen ekonomi tüketiciyi ezerek küçülür
TÜİK geçtiğimiz günlerde ekonomik büyüme verilerini açıkladı. Buna göre, Türkiye ekonomisi bu yılın ilk üç ayında yüzde 5,7; sektörel olaraksa, inşaat yüzde 11,1, sanayi yüzde 4,9 ve tarım yüzde 4,6 büyüdü. Harcamalar yönünden özel tüketim harcamaları yüzde 7,3, gayrisafi sabit sermaye oluşumu yüzde 10,3 ve kamu tüketim harcamaları yüzde 3,9 arttı. Büyümeye en büyük katkı ise (4,3 yüzde puan ile yüzde 75 oranında) özel tüketim harcamalarından geldi. Bu durum iktidarın tüketime dayalı büyümeyi bu çeyrekte de sürdürdüğünü gösteriyor.
Diğer yandan, yılın geri kalan kısmında daha da artırılacak olan parasal sıkılaştırma tedbirleri nedeniyle, özellikle özel tüketim harcamaları ve yatırım harcamaları kısılacak ve TL daha da değerlenecek olduğundan hem tüketim harcamalarının hem de net dış ticaret etkisinin zayıflamasıyla ekonomik büyüme yavaşlayacak ve ekonomi bir süre sonra durgunluğa girecektir.
Nitekim OECD, Türkiye ekonomisinin bu yıl ancak yüzde 3,4 ve gelecek yıl yüzde 3,2 büyüyebileceğini tahmin ediyor. IMF ise bu oranların sırasıyla; yüzde 3,1 ve yüzde 3,2 olmasını bekliyor. Bu da önümüzdeki iki yılın emekçiler için çok daha zor geçeceğinin bir işareti.
Türkiye ekonomisi bir tüketim ekonomisi
Türkiye ekonomisi son 40 yıldır (özellikle de son 22 yıldır AKP iktidarları sırasında), neredeyse gelişkin bir ekonomi kadar (GSYH’nin yüzde 60-70’i boyutlarında) tüketime dayalı bir ekonomi ve Türkiye toplumu da bir tüketim toplumu haline geldi. Bu gelişme aslında kapitalist merkezlerin çeperindeki azgelişmiş ekonomilerin neo-liberalizmle birlikte içine düşürüldükleri bir durum.
Yani kapitalist bir ekonomi olarak Türkiye ekonomisi tüketimciliğe bağımlı bir ekonomidir. Yerli üretimin yetmediği (ya da iktidarlarca tercih edilmediği) dönemde bu tüketim açığı ithalat aracılığıyla kapatılıyor. Bu da ülkeyi ithalata bağımlı hale getiriyor.
“Özel tüketim harcamaları” olarak da bilinen hane halkı tüketimi, kısaca insanımızın tuvalet kâğıdından bilgisayarlara, konuttan otomobile kadar kişisel kullanım için satın aldığı her şey bu tüketim ekonomisini oluşturuyor.
Reklamlar ve borçlandırma ile tüketim pompalanıyor
Ancak burada neo-liberalizmin bir açmazı ortaya çıkıyor. Öyle ki neo-liberalizmin önemli bir özelliği olan reel ücretlerin baskılanması ve gelir dağılımının emekçiler aleyhinde işletilmesi yüzünden tüketim yapabilmek için gerekli olan gelir elde edilemeyince, sistemi sürdürebilmek için bu kez emekçiler başta olmak üzere hemen herkes borçlandırılıyor. Tüketim ve tüketim ekonomisi banka kredileri, düşük faiz oranları, kısaca artan bir finansallaşma ile sürdürülebiliyor. Bu da çok borçlu bir ekonomi ve toplum yaratıyor. Tüketimciliğe olan bu bağımlılık nedeniyle, sahip olup da “bilmediğimiz yeni ihtiyaçlar” yaratmak için reklam ve pazarlamaya müthiş bir para ve çaba harcanıyor. İhtiyaç kredileri adı altında bu tüketimcilik bankalar eliyle daha da artırılıyor.Bunun sonucu ise bugün ülkede yaşandığı gibi, kredi kartları borçlarının ve borçlarını ödeyemeyenlerin sayısının patlaması, insanların yüksek faiz ve gecikme cezaları altında ezilerek daha da yoksullaşmasıdır.
Kusuru bireyin üzerine atmak?
Ancak, kusuru tüketicide arayan bir yaklaşımla, tüketimciliğin ve aşırı tüketimin “kültürel” ya da “kişisel” özelliklerin bir sonucu olmasından ziyade, kapitalizmin doğal bir sonucu olduğunu, yani sistemin doğasında var olduğunu da görmek gerekir.
Diğer taraftan, neo-liberal ideoloji hemen her türden ekonomik ve ekolojik felakette rasyonel davranmayan bireyin kusurlu olduğunu ileri sürer: “Çok borçlanarak bu kadar açılmasaydı intihar etmek zorunda kalmazdı” ya da “İşyerinde önlemlerini alsaydı başına bu kaza gelmezdi” gibi.
Keza daha fazla tüketimin insanları daha fazla mutlu ettiği, bu nedenden dolayı da daha fazla üretim yapılması (ya da ithalat yapılması) gerektiği fikri ana akım burjuva iktisadının temelini oluşturur. Bu yüzden de kapitalizmi ortadan kaldırmadan tüketimcilik ve aşırı tüketimle ve bunun yol açtığı ekolojik zararla ve israfla baş edebilmek mümkün değil. Meselenin bir diğer önemli boyutu da ekonomik büyüme kavramının yanıltıcılığı ile ilgili.
Biraz geriye gidersek, geçen yüzyılda “ekonomik gelişme ve kalkınma” ekonomik büyüme olarak algılanıyordu. Büyüme ise milli gelir ya da gayri safi yurtiçi hâsıla (GSYH) ile ölçülüyordu. Büyüme sonsuz ve sürekli yükselen bir eğri biçiminde olmalıydı. Bir ulus ne kadar zengin olursa olsun, siyasetçileri ve iktisatçıları sürekli olarak, yoksulluktan çevre kirliliğine ve işsizliğe kadar tüm sorunların çözümünün daha fazla ekonomik büyümeyle çözülebileceğini iddia ediyorlardı.
Büyüme yanılsaması
Büyümenin cazibesine direnmek kolay değil. Ne de olsa yaşamın güzel ve sağlıklı bir aşaması anlamına geliyor. Bu nedenle, dünyanın her yerinde insanlar çocukların, bahçelerin ve ağaçların büyüdüğünü görmeyi severler. Batı zihninin de bunu ekonomik gelişmenin bir biçimi olarak bu kadar kolay kabul etmesine ve aynı zamanda hem kişisel hem de ulusal olarak “daha fazlası daha iyidir” şeklindeki 20’nci yüzyıl mantrasını benimsemesine şaşırmamak gerekiyor.
Diğer yandan, bu yüzyılda, hala ekonomik büyüme kişi başı GSYH büyümesi ile, o da toplumsal refah artışı ile ilişkilendiriliyor olsa da özellikle de 2008 küresel finansal krizinin ardından GSYH büyümesi kavramına artık kuşku ile bakılıyor.
Deprem harcamaları ekonomiyi büyütür!
Öncelikle bu kavram, büyümeye esas teşkil eden ekonomik faaliyetlerin gerçek toplumsal değerini ölçmemize yardımcı olacak bir kavram değil. Öyle ki örneğin ekonomiyi büyütmek için Kahramanmaraş depreminde olduğu gibi, çok büyük bir depremin yaşanmasının ardından yıkılan kentlerin yeniden inşa edilmesi için yapılan inşaat faaliyetleri yeterlidir. Nitekim bu yılda ekonomik büyümenin pozitif olarak sürmesine yardımcı olan etkenlerden biri depremle ilgili inşaat harcamalarıdır. Diğer yandan depremin çok acı bir deneyim olarak, toplumun büyük bir kesimini mutsuz ettiği çok açık.
Ayrıca, bu kavramın tek başına bir ekonominin iyi olma halini göstermeye yetmediği düşüncesi giderek daha fazla kabul görüyor. Çünkü ekonomi büyürken kârlar, rantlar, servetler artabiliyor; buna karşılık işçi ücretlerinin milli gelir içindeki payı azalıyor, gelir bölüşümü eşitsizliği ve yoksullaşma artıyor.
İşin aslı, kapitalist büyüme daha fazla emek ve doğa sömürüsü demek. Böyle bir büyüme yeterince ve nitelikli, iyi ücretli ve güvenceli, tam zamanlı istihdam yerine, daha da fakirleştirilmiş bir işçi sınıfı yaratıyor. Bu büyüme sanayileşme ya da kalkınma anlamına da gelmiyor. Nitekim Türkiye ekonomisi (istisnai bir iki yıl dışında) son 22 yıldır hızlı büyüyor ama kalkınamıyor, tersine giderek sanayisizleşiyor ve daha da kötüsü tarımsızlaşıyor.
Termodinamiğin yasaları kapitalist büyümeyi reddeder
İnsanlığın doğaya hükmedebileceği düşüncesi bir yanılsamadır. Çünkü termodinamiğin yasaları hala geçerliliğini koruyor. Öyle ki, büyümeyi merkezine almış bir kapitalist ekonomi, yüzde yüz döngüsel, hizmet odaklı ve sıfır atıklı bir varoluşu hedefleyerek, kendini doğadan tamamen ayırmaya yönelik beyhude girişimlere hapsolmuş bulur. Dolayısıyla, sürekli büyüme gerektiren bir ekonomi fiziksel sınıra ulaşır. Bu da küresel ekolojik çöküşten başka bir şey değildir.
Basit bir gerçeklik olarak, sınırlı bir gezegende, onun bizi ayakta tutma kapasitesini yok etmeden, daha fazla fiziksel kaynak tüketemeyiz. Bu yüzden de sürdürülebilir bir sistemin herkese yetecek kadarını sağlayan bir sistem olması gerekiyor. Herkesin yeterince yiyeceği ve rahatça yaşayabileceği bir yere sahip olmasının maddi temeli zaten hali hazırda mevcut. Bunun engeli ise kapitalist bölüşümdür. Sürdürülebilir ve adil bir bölüşümse, az sayıda insanın büyük miktarlarda servet biriktirmesi için üretimin yapıldığı ve diğer herkese çok az şey kaldığı kapitalist sistemde mümkün değil.
Sonsuz büyümenin ve kârın peşinde koşmak yerine, gelişen bir dünyanın parçası olarak tüm insanlık için sosyalleşmiş refahın peşinde koşmanın ve bu amaca hizmet edecek şekilde tasarlanmış politikalar üretmenin zamanı geldi. Bu da çok farklı bir gelişme, ilerleme anlayışına sahip olmamız gerektiğini bize söylüyor:
“Sonsuz büyüme yerine, gezegensel evimizin yaşamı destekleyen sistemlerini korurken, her insanın temel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan dinamik bir denge yaratmalıyız.”
Mustafa Durmuş