Marjinal bir dahi

“Belirli bir konuya neden ilgi duyduğumu film yaparken keşfederim, filmlerim bittiğinde çoğunlukla beni bir sürpriz bekler”.

 Kanadalı David Cronenberg, tuhaf ve saplantılı filmlerin yönetmeni olarak anılır. Onun filmlerini derinlemesine incelemeden, ruhlarını yakalamadan “tuhaf ve saplantılı” gibi yüzeysel bir betimlemeye katılmak mümkün olabilir.

Cronenberg’in dünyasına girince, insan bedeni ve teknoloji arasındaki ilişkiyi tanımlayan, bunun karşısında uyaran ve bunu gerçekten saplantıya dönüştürmüş, bir sinemacı ile tanışılır. Bu konuyla ilişkilendirdiği felsefi alt metin , korku veya gerilim öğeleri aralandığında ortaya çıkıyor.

Tüm sinematografisinde işaret ettiği alt metinleri, onları görselleştirme şekli Cronenberg’i son 50 yılın en yaratıcı sinemacılarından birisi yapmaya yetiyor. Esasında yazar olmak isteyen Cronenberg, Toronto Üniversitesi’nde biyoloji okurken, edebiyat bölümüne geçiş yapar ve bitirir. Biyoloji okurken keşfettiği insan vücudu, sinemasının en temel nüvesi olur.

“Yazan ve sadece film çeken yönetmen arasında önemli bir fark olduğunu düşünüyorum, bütünüyle bir sinemacı olmak için senaryonuzu kendiniz yazmanız gerektiğine inanıyorum. Her zaman aklımda, babam gibi bir yazar olmak vardı, kazara yönetmen oldum” diyen usta yönetmen bugüne dek sadece dört filminin senaryo yazılımına katılmaz.

İlk dönem filmlerinde bilim ve insan bedeni arasındaki olumsuz etkileşimi, korku  türüne yakın duran filmler üzerinden görselleştirdi. Olgunluk döneminden “Videodrome”, ”Sinek”, “Varoluş”, “Çarpışma” gibi filmlerini seçersek, bu kez de saplantılı bir şekilde teknoloji ve insan bedeni arasındaki ilişkiye odaklandığına tanık oluruz. Vücutları ortadan yararak içeriye giren video kasetleri, bedenlerin içine “bioport” adını verdiği deliklerden anne kordonu şeklinde simülasyon oyun bağlantılarını gönderdi, araba kazalarını cinsel tutkuya dönüştürenleri, sineğe dönüşen bilim adamını gösterdi. Teknolojinin insan yaşamında gittikçe artan rolünün bir nevi bağımlılık yarattığını, bu kaçınılmaz gerçeğin, yeni bir insan bedeni yarattığını düşündü.

Filmlerinde bilim ve teknolojinin insan yaşamını etkilemesini anlatmaya çalışırken üslup olarak, 70’li yıllarda gittikçe artan sayıda çevrilen korku filmlerine yakın durdu. 1977 de yaptığı “Kuduz-Rabid” cinsellik ve zombi öyküsünün iç içe geçtiği bir film oldu. Başrol oyuncusu, aynı zamanda, porno yıldızı Marilyn Chambers’in varlığı, penisi andıran virüs filmin en akılda kalan yönleri oldu. İnsanlara yapılan deri nakilleri sonrası ortaya çıkan  virüs, taşıyıcı ana bedende koltukaltına delik açarak yerleşir. Erkek cinsel organı gibi işlev görerek, diğer insanları sokar ve zombivari yaratıklara dönüştürür. Film, o yılların korku furyası içinde çok önemli sayılmadı. Genç Cronenberg insana faydalı olmaya çalışırken bilimin kontrol dışı kalabileceğinin altını çizer. John Carpenter, Dario Argento, G.Romero gibi korku sineması ustalarının zirvede olduğu yıllardır. Yeni yetme Cronenberg düşük bütçelerle çevrilen ilk filmlerinde korkutur. Bu filmlerindeki mesajları yıllar sonra “Yeni Et-New Flesh” kavramını “Videodrome” ile tanımladıktan sonra daha iyi anlaşılır, bir anlam bütünlüğüne kavuşur. Gerçek niyetinin insanları korkutmaktan çok, filmden sonra, düşündürmek olduğunu kabul ettirmesi zaman alır.

”Teknoloji yaşantımızın bir parçası o zaman bedenimizin de bir parçası olması kaçınılmaz” der bir röportajında. “Shivers-Ürpertiler”, “The Brood-Hastanede Dehşet” gibi filmlerde parazitlerin ve bilimsel deneylerin insan beynine verdiği hasarları, kanlı fakat etkileyici bir biçimde anlatmaya devam etti. Bilimin ilerlemesine koşut mutasyona uğrayan bedenler üzerine, yaratıcılığını arttıran Cronenberg sonrasında birçok filme kaynak olan “Tarayıcılar-Scanners” 1980 ile daha çok “gore” tarzına yakın duran bir film yapar. Patlayan kafa sahneleri ile hafızalara kazınan filmde, anne karnında kimyasal bir ilacın yan etkisine maruz kalan embriyolar “telepatik” güçler kazanırlar. Doğumlarından sonra karşısındakilerin beyinlerini tarayarak istediklerini yaptıran tarayıcılar sonunda kendi aralarında kozlarını paylaşır. Beyine hakim olma güçleri Cronenberg’in sonraki filmlerinde farklı şekillerde ortaya çıkar. Beyni dalgalar yardımıyla hüküm altına alma birçok bilim kurgu ve fantastik filmin değişmez öğeleri olur.

“Videodrome” kariyerinde farklı bir noktaya adım attığı filmdir. Bir porno kanalının yöneticisi olan Max Renn (James Woods) korsan bir TV kanalında “Videodrome “adlı bir programının gönderdiği sinyallerin etkisi altına girer. Sado mazoistçe görüntüler içeren bu titrek yayın, her geçen gün beynine daha fazla hakim olmaya başlar. Vajinayı andıran bir yarıktan karına sokulan video kasetler yoluyla halüsinasyonlar dolu bir yaşama geçer. TV ekranı, videolar insan eti ile bütünleşir, organizmanın bir parçasına dönüşür. Gerçeğin ve sanrının iç içe geçtiği, cehennemi bir aleme girer Max Renn. Bir teknoloji kölesi olur.

Cronenberg’in teknolojinin etin altına nüfuz etmesiyle oluşan bu yeni bedende  ve beyinde de yeni bir yazılım gerçekleşir ve sonuç “Yeni Et” olarak anılacak organizmanın doğuşudur. Televizyonun bilinçdışına yerleştirdiği görsel kodlar vasıtasıyla insan beynini nasıl etkileyebileceğini anlatırken, sonraki yıllarda çevrilen “The Truman Show”,”Bir Rüya İçin Ağıt-Dream For a Requiem”, “Kayıp Otoban-Lost Highway” gibi filmlere ilham kaynağı oluyordu. Max her geçen gün bir video oynatıcısına dönüşürken, TV cihazı da organikleşmeye başlar. Nefes alıp verir, kanar, patlar, bağırsaklar dışarı fırlar.

Cronenberg bu filmden on altı yıl sonra çevirdiği “Varoluş-Existenz” ile bu kez TV ve video dünyasından “sibermekan” a geçer. Bu kez omurilik üzerinde açılan “bioport” deliklerinden bağlanan sanal oyunlar ile simülasyon dünyasına yaratılan bir kölelik söz konusudur. Gerçek yaşam ve simülatif yaşamın birbirine karıştığı muğlak bir dünya ortaya çıkar. Matrix’in önemli esin kaynaklarından olan “Varoluş”, karakterleri bulundukları dünyayı her halükarda gerçek algıladıkları, gerçeklik duygusunun kaybolduğu bir yere taşır.

Beden ve metal ilişkisini, pornografinin sınırlarında dolaşan “Çarpışma-Crash” da farklı bir açıdan gösterir. J.G.Ballard’ın aynı adlı romanından uyarladığı filmdeki yoğun sevişme sahneleri ve kışkırtıcı yönü gerçek ruhunun önüne geçer. Film araba kazası yaparak veya seyrederek, metalleri okşayarak tahrik olan, bir insan grubunu tanıtır. İnsan etinin ve metalin iç içe geçtiğini, artık yeni bir beden oluştuğunu vurgulayan felsefeyi, bu kez cinsel haz üzerinden anlatır.

Metalleşen ruhların ancak çarpışarak ilişkiye girmesi gibi bir alt metin seyirci tarafından çok iyi algılanmaz. Sinema tarihinin belki de en tuhaf ve en karanlık seks sahnesinde James Spader, Rosanne Arquette’in kalçasındaki bir yarayı haz noktası olarak kullanır. Cronenberg “karakter, öykü ve her şey filmdeki seks sahneleri üzerinden anlatılıyor, genelde seks bu anlamda kullanılmaz” diyor. Kesme yapılmadan veya slow motion yapmadan gerçek zamanda çekilmiş birkaç korkunç araba çarpışması var. Film sevenler ve nefret edenler arasında ortada kalır. Yapımcısı bile filmden nefret ettiğini dile getirir.

“İletişim kurmayı umduğu seyirciyi düşünerek, denemeyi nereye götüreceği yönetmenin bileceği bir şeydir. Bir sohbet esnasında Oliver Stone bana marjinal sinemacı statümü nasıl yaşadığımı sordu, eleştirisel veya küçümser değildi. İstesem Hollywood tarzı filmler yapabileceğimi, O da biliyordu. Ona seyircimin bana yettiğini söyledim. Nasıl bir seyirci istediğine, sinemacının önceden karar verebilmesinin tüm sinematografik dilini etkileyebileceğini düşünüyorum. En azından ben böyleyim”

1983 yılında Stephan King’in romanından uyarladığı “Ölüm Bölgesi-Dead Zone” de uzun süre komada kalan bir adamın uyandıktan sonra kazandığı psişik güçleri anlatır. Çevresindeki insanlarla ilgili geçmiş ve gelecekteki olayları görmeye başlar. Christopher Walker’ın yarattığı gizemli karakter, gelecekte olacak olayları önleme sorumluluğunu üstlenmesi ile dönüşü olmayan bir yola girer.

“Sinek-The Fly” bir bilim adamının, keşfedip kendisinde denediği moleküler teleportasyon yöntemi sonrasında, sineğe dönüşmesini anlatır. Deney kabininde fark edilmeyen bir sinek ile DNA’sı karışmıştır. Yavaş yavaş değişen bedeni insan ve sinek arasında özelliklere sahip olur. Sevgilisinin kendisinden hamile kalması ve kürtaj yaptırmak istememesi dramın ayrı bir yönü olur. Jeff Goldblum canlandırdığı Seth Brundle ‘un adım adım değişimini mükemmel bir performansla canlandırır. Film makyaj dalında Oscar kazanır.

Kariyerinin en farklı filmlerinden birisi de “Müthiş Yemek-Naked Lunch” olur. Beat kuşağının öncü yazarlarından olan William S. Burroughs’un filme çekilmesi son derece zor olan, aynı adlı romanından uyarlayan Cronenberg halüsinasyonlar, sürrealist öğelerle dolu, gerçeğin ötesine geçen bir film gerçekleştirir. Uyuşturucu etkisiyle yaşadıklarını, hissettiklerini yazması ile tanınan Burroughs’un, bu karmaşık dünyasını usta yönetmen olağanüstü bir görsellikle yansıtır.

Dev hamam böcekleri, yine hamam böceğine dönüşen, anüsvari bir açıklıktan bilgece konuşan daktilolar, uzaylı yaratıkları anımsatan ucubeler, organizmaya dönüşen makineleri, yaşayan en büyük özel efekt uzmanı Chris Walas ile birlikte yaratır.

Ana karakter böcek ilaçlama şirketinde çalışan William Lee, yazar William Burroughs’ın alter egosunu/ikinci kişiliğini temsil eder. Tozun uyuşturucuyu, böceklerin Kafkaesk bir ilhamla “Dönüşüm” öyküsünde sabah hamam böceği olarak uyanan Gregor Samsa’yı imgelediği filmde, Lee gerçek yaşamda Burroughs’un yaptığı gibi uyuşturucu etkisi altında, Wilhelm Tell oynar ve karısını alnından vurur. Eşcinsellik filmin özgürce kullandığı diğer tema olur. Anlaşılması ve hazmedilmesi zor, her seyredilişinde yeni bir şeylerin keşfedileceği gerçeküstü bu filmde, başından eksik etmediği fötr şapkası ve giyimiyle ellili yılların detektiflerini anımsatan Peter Weller, yazar Burroughs’un ikinci kişiliğini müthiş bir yorumla canlandırır.

“Örümcek” ise Ralph Fiennes’in müthiş oyunculuğu yanında, klostrofobik atmosferi ile anımsanır. Yıllar boyu şizofreni ile mücadele eden bir adamın gerçekler ile yüzleşmesi sonrası, yaşadığı travmayı, klostrofobik ve insanın içini acıtan bir tonda anlatır. Bir kez daha halüsinasyonlar ve gerçek iç içe geçmiştir. Şizofreninin karanlık ve kontrolsüz dünyasını mükemmel bir anlatımla görselleştirir.

2000’li yıllarda yaptığı iki film ile kendisi üzerindeki ezberleri bozar. Vigo Mortensen’ın başrol oyuncusu olduğu “Şiddetin Tarihçesi-A History of Violence” ve “Şark Vaatleri-Eastern Promises” ile insan ruhundaki şiddetin köklerine döner. Şiddetin silinmez bir kodlama olduğunu söylerken gerektiğinde başvurmanın kaçınılmaz olduğunu gösterir.

“Şark Vaatleri” Londra’da konuşlanmış Rus mafyasının içinden bir aile hikayesini epik bir havada anlatır. 14 yaşında doğum yaparken yaşamını kaybeden bir Rus asıllı kızın cebindeki günlüklerden yola çıkan ebe Anna, gerçeği aydınlatmaya çalışır. Kızın talihsiz ölümünün Rus mafyası tarafından organize edilen suçların bir parçası olduğunu görür. Günlüklerdeki bilgiler, uyuşturucuya alıştırılan kızların pazarlandığı, bu sistemin merkezinin “Trans-Siberian” adlı bir restoran olduğunu işaret eder. Başlangıçtaki boğaz kesme sahnesi ve finalde hamamda çırılçıplak dövüş sahnelerinde şiddeti en çiğ şeklinde görselleştiren Cronenberg, bedenle olan ilgisini de dövmeler ile sürdürür. Suçluların suçlarını ve yaşamlarını anlatan simgelerin bedenlerine dövmeleştirildiği bir Rus geleneğini kullanır. Cronenberg’vari bir “Godfather” öyküsü olur. Bir çizgi romandan yola çıkarak uyarladığı “Şiddetin Tarihçesi” yine aynı alt metine sadık kalır. İnsanda şiddet silinmez bir kodlamadır. Küçük bir kasabada restoran işleten bir adamın, geçmişinden gelen kaçtığı şiddete, ailesini ve kendisini korumak için tekrar sığınmasını anlatır. Bu film ile dahi yönetmen ilk kez Oscar adaylığı kazanır.

Sinematografisinde başrolde Jeremy Iron ile yaptığı iki filmde Cronenberg, iki aykırı aşk öyküsünü kendi sinema dilinde anlatır. “Ölü İkizler-Dead Ringers” de, farklı karakterlerde olup da, yaşamlarını ayıramayan ikiz kardeşler Beveryl ve Eliot’un dramatik hikayelerini anlatır. Kadınlar dahil her şeyi paylaştıkları yaşamlarında Beveryl’in bir kadına aşık olması, bir kırılma noktası olur. Her ikisi de gerçekte aynı bedende yaşayan farklı iki karakterdir, ayrılma korkusu, onlarda yapışık siyam ikizlerinin psikolojisini DNA larına kodlamıştır. Birey olmak ancak bir kardeşin ölümü ile mümkündür. Jeremy Iron’ın iki karakteri de müthiş canlandırdığı film, onun oyunculuğu kadar karanlık finali ile de hafızalara kazınır. Aşk öyküsü içinde bu kez ayrılamayan ikiz bedenler vardır.

 “M. Butterfly” Çin’de yaşanmış aykırı bir aşk öyküsünü anlatır. Fransız bir diplomat, tutkulu bir aşk yaşadığı Çinli opera sanatçısının dört yılın sonunda erkek olduğunu öğrenir. Öykü birçok yanıtlanmamış soru ile kapanırken, gerçek ve yalan arasındaki sınırda kalır. Marjinal bir dahinin odak noktası olarak aşkı seçtiği öykülerinde “ötekilerden” biraz farklı olması doğal oluyor.

“Film yaptıkça kesinliğe, sadeliğe, hatta minimalist anlayışa daha çok yaklaşıyorum. Sade ve direk olmayı çok seviyorum. Resmi daha çok manipüle ederek karmaşık bir hale sokan yönetmenleri eleştirmiyorum, onları anlıyorum ama bana uymuyor. Zoom hiç kullanmam, onun yerine kamerayı hareketlendiririm, bu şekilde kendinizi fiziksel olarak hareket alanı içinde bulursunuz. Benim görüntüye yaklaşımım Brian De Palma yerine Robert Bresson olabilir.”

Emin Yeğinboy

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu