Duygulu, kırılgan, öfkeli bir ses: Jeff Buckley

Müzik dünyası erken vedalara alışkındır. Onca yetenekli muhteşem müzisyen yaşama en yaratıcı yıllarında veda ettiler. 27 rakamı birçok efsane ismin yaşamdan ayrıldığı yaşı işaret ettiği için uğursuz kabul edilir. Jimi Hendrix, Jonis Joplin, Kurt Cobain, Brian Jones, Amy Winhouse, Jim Morrison.

 

Jeff Buckley de 1966-1997 yılları arasına sıkışan kısacık ömründe falsetto sesiyle, unutulmayacak şarkılara imza atmış bir isim. Daha ilk çıkış şarkısı olan “Grace”’de gerçek aşka sahipken kendi ölümlülüğü hakkında kötü düşünmemekten bahseder ve “korkmuyorum” der. Keşke korksaydı diyoruz. 97 yılının 29 mayısında yüzmeye gittiği River Dale sularından geri dönmedi. Cansız bedeni 5 gün sonra suda bulundu.

 

Kötü kader daha doğumundan önce yakasına yapışır. Folk şarkıcısı olan babası Tim Buckley annesi hamileyken evi terk eder. Jeff babasını bir kez 8 yaşında görür. Tekrar buluşmaları ise kısmette yoktur babası, 2 ay sonra aşırı dozdan yaşamını kaybeder. Babasının cenazesine bile davet edilmemesi yaşamı boyunca taşıdığı kötü bir duyguya yol açar. Babasından aldığı miras onunki gibi müzik yeteneği ve ses tonu olur. Babasının anısına 1991’de New York’ta St.Ann Kilisesinde verilen bir anma konserine babasının menajeri Herb Cohen onu da davet eder.

 

O sıralarda Los Angeles’ta yerel her türlü türü çalan gruplarda çalan bir gitarist ve arka vokaldir. Hayatının değiştiği gün o gün olur. Önce kabul etmek istemez. Ne de olsa adı babasının ölüm ilanında bile yer almamıştı. Sonra bu kanayan yara ile yaşamını sürdüremeyeceğini anlar ve ona bir saygı duruşu anlamında katılır. 

  .

Buckley sahneye çıktığında salon kararır, önce seyirciye arkası dönüktür. Babasının “I Never Want to Be Your Mountain” şarkısıyla başlarken, hiddetle tıngırdayan gitarların distorsiyonları ve parıldayan saykodelik atakları tüyleri diken edecek tonlarda yankılanır St Ann kilisesi duvarlarında. Eski Captain Beefheart gitaristi Gary Lucas kendisine eşlik eder. The New York Times “Tim Buckley’in müziğini kutlamak için herkes oradaydı fakat burada ona fizik olarak benzeyen ve aynı ses aralığına sahip biri vardı” diye yazdı. “Çok ürkütücü ama etkileyiciydi.”

 

Sahneden indikten sonra Buckley’nin hayatı asla eskisi gibi olmadı.  Sanki New York’taki hemen her müzik grubu tarafından kabul edilebilecek bir müzisyene dönüşmüştü. Yerel müzikten isimler, kartvizitlerini ceplerine doldurmak için birbirlerinin üzerine çıkar durumdaydı ve birkaç kadın, bu hassas ruhun gözyaşlarını kurutmasına yardım eder.

Gary Lucas ilk olarak 1991 sonbaharında rock projesi “Gods and Monsters”’da şarkı söylemesi için Buckley’i işe alır. Lucas,  bir röportajda: “Hemen onun aradığım harika şarkıcı olabileceğini düşündüm.” Bu ara ‘Grace’ ve ‘Mojo Pin’ şarkıları ilk demo biçimleriyle ortaya çıkar.

 

Buckley, Gods and Monsters’daki kısa mevcudiyeti süresinde düzenli olarak “Grace” ve “Mojo Pin” şarkılarını çaldı ve Mart 1992’de birlikte yaptıkları son konserin ardından şarkıları da alarak ayrıldı. O ve Lucas, ayrılıktan sonra da dost kaldılar.  Albüm çalışmaları sırasında “Grace” ve diğer birlikte yazdığı parçalara katkıda bulunması Lucas stüdyoya girdi ve birlikte çaldı.

 

Buckley, ilk solo çıkışını East Village kafesi olan Sin-é’de yaptı. Buckley’in, kulübün sahibi İrlandalı Shane Doyle, ilk girişini şöyle anımsıyor : “Gün ortasında gitarı sırtında, başını yarıya eğmiş bir şekilde geldi. Etrafı bir kağıtla sarılı olan bir şarkıları olan kaseti bana verdi ve çalmak istedi.” İlk performansı, Pazartesi geceleri ona düzenli bir sahne kazandıracak kadar iyi geçti. Ödünç aldığı Fender telecasterıyla Leonard Cohen, Bob Dylan, Billie Holiday, Van Morrison, Joni Mitchell ve Elton John’dan çalardı. Doyle, “ne isterse yaptı,” diye hatırlıyor. “Yarım saat çalabilir. Sonra biraz şarap içer ve sonra biraz daha çalardı. Onun gecesiydi, öyleydi. Deney yapıyordu ve bunu çok samimi bir seyirci önünde yapmak için iyi bir fırsattı. Ve eğer hata yaparsa, bununla da eğlenirdi.” Çaldıktan sonra bulaşıklara bile yardım edermiş.

Columbia Records A&R çalışanı Steve Berkowitz, Buckley’in Sin-é’deki yeteneğine ilk tanık olanlardan biriydi. Sanatsal özgürlük vaatleriyle Bob Dylan, Bruce Springsteen ve Leonard Cohen gibi isimlerle aynı şirketi paylaşma umuduyla Buckley, Ekim 1992’de Columbia (Sony’ye ait) ile anlaştı. Bir yıl sonra ilk ürünü yayınlayacaklardı. Şarkıcının sevgili mekanındaki gecelerini ölümsüzleştiren dört şarkılık EP Live at Sin-é piyasaya çıktı. Sonunda 1994 yılında 6 aylık bir stüdyo kayıtları sonunda 10 parçalık “Grace” tamamlanır. Albümde 3 adet de cover vardır bunlar; Leonard Cohen’dan “Halleluja”, Nina Simon yorumuyla “Lilac Vine” ve “Corpus Christi Carol.”

 

Çıktığı albüm turnesinde birçok ünlü müzisyen tarafından izlenir. Chris Cornell, Jimmy Page, U2’dan The Edge ve Bono, Chrissie Hyde, Lou Reed konserlerini izlerler. Bono “gürültü okyanusunda temiz bir damla” olarak tanımlar Buckley’in vokalini. David Bowie “Grace” albümünü ıssız bir adaya giderken yanına alacağı 10 albüm arasında sayar. Albüm Amerika’da çok satmaz. Yeni Zelanda ve Japonya’da platin plak kazanır. Avrupa’da ise çok sevilen ve satan bir albüm olur.

 

Onu kariyeri boyunca en çok etkileyen müzisyenler Led Zeppelin ve Hintli sufi geleneğinin müzisyeni Nusret Fateh Ali Khan olur. Page ve Plant onu birlikte Glastonbury’de izledikten sonra “vokali, sözleri, gitarı ve tümüyle kurduğu ruhsal birlikteliği yansıtması tek kelimeyle büyüleyici” olarak tanımlarlar.

 

Turnelere ara verir ve ikinci albümü için kayıtlar yapmak için Memphis’e gider. “The Sketches of Sweetheart My Drunk” adını taşıyacak albümü için çalışmalara başlar. Kader onun yaşamdayken ikinci albümünü görmesine izin vermedi. 29 Mayıs öğleden sonra Wolf River’daki akıntı onu alır bu dünyadan götürür. Duygulu, öfkeli, kırılgan ruh durumunu tüm içtenliğiyle yansıttığı şarkıları kaldı geriye..

Emin Yeğinboy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu