Bir ressamın atölyesinde
Bedri Karayağmurlar anısına Merhaba Dergisi’nin Şubat 2025 sayısında yayınlanan yazıyı tekrar yayınlıyoruz.
Virginia Woolf’ un, “ Eğer kurmaca eserler yazacaksa, bir kadının parası ve kendine ait odası olmalıdır.” görüşünün üzerinden epey zaman geçti.
Şimdi kadın yazarların çoğu evin bir odasını yazı odası’ na çevirdi, üstelik paraları da oldu.
Böylece Woolf’ un kadın yazarlar için bir handikap olarak gördüğü oda sorunu çoktan tarih oldu bile.
Ne ki, günümüzde ister kadın ister erkek olsun, odasız yazamıyorlar galiba.
2014 olmalıydı, Tarık Dursun’ un Karşıyaka’ daki evine Aydoğan Yavaşlı ile gittiğimizde durum tam da böyleydi; geniş bir masa, bilgisayar, not alacak defterler ve kitap dolu bir ortam vardı.
Tam Usta’nın şanına uygun bir yazı ortamı…
Peki yazı ile uğraşanlar böyle de, ya ressamlar?
Yıllar önce ressam Ali Fuat İçsel’ in Karşıyaka’ da çatı katındaki atölyesini gördüğümde imrenmiştim. Şovaleler, fırçalar, boş tuvaller her yan resim kokuyordu…
Atölyenin bir tarafı da gelen konuklar içindi.
Demek ki atölyesiz resim yapılmıyor, tıpkı odasız yazı yazılmadığı gibi…
RESİM YAPILACAKSA ATÖLYE OLACAK!
2024’ün Aralık sonlarıydı; Cevdet Yüceer, ben ve Oğuz Tümbaş; Bedri Karayağmurlar’ ın Beyazevler’ deki atölyesine giderken bunları düşündüm.
Madem atölye olmadan resim de olmuyordu, o halde Bedri Hoca’ nın atölyesi nasıldı?
Bir ressam orada dünyasını nasıl kuruyordu?
**
Arabamız şehrin trafiğini yara yara önce Karabağlar’ ı, sonra Gaziemir’in en kalabalık caddesini geçip Beyazevler’ de bir kaç sokağı döndükten sonra önünde bir iki zeytin ağacı olan iki katlı bir binanın önünde durdu.
Demek ki atölye burası olmalıydı. Bedri Hoca kapıda bizi bekliyordu.
**
Ünlü yazar Nedim Gürsel de bizim gibi 2019′ da, Vincet Van Gogh’ un son dönemlerini geçirdiği (1890) Paris’ e yakın Auvers-sur Oise banliyosuna böyle gitmişti. Onun derdi bir atölye ziyaretinden öte her gün; (…sehpasını harman yerlerinin ortasına kurarak,(…) Akdeniz güneşi altında ekin biçenleri, mor dağların üzerine çöken akça pakça bulutları, (…) sapsarı acı günebakanları) (Son Fasıl. 32) tuvaline döken Van Gogh’ un izini sürmekti.
Çünkü Van Gogh için atölye, yaşadığı kasabanın bütün bir kırsalıydı.
Oradaki çayırlar, ekin tarlaları, dereler, dağlar, kuşlar kargalar…
Ünlü ressam buralarda, yani bir mekana sığmayan bütün bu alanlarda yalnızlığını, içinde kopan fırtınayı resme döküyordu.
Biz Gürsel’ i Van Gogh’ la başbaşa bırakıp atölyeye yöneldik.
Zeytinlerin olduğu bahçeden içeri geçtik.
İki katlı evin alt katı boydan boya atölyeydi.
Bölmelere yerleştirilmiş yüzlerce tablo, boş tuval, fırça ve boyalar; raflarda kitap ve sergi katalogları…
Bir tarafı da konuklar için ayrılmıştı.
Belli ki burası dinlenme değil, esas olarak çalışma yeri.
**
Sonra sohbet başladı.
Tabii ki konu Bedri Hoca’ nın uzun sanat geçmişiydi.
Öğreniyoruz ki; öğretmeni Turgut Minöz ortaokuldayken “Çocuk, bu boyalarla bu renkleri nasıl buluyorsun?” dediği günden beri resim yapmak, Hoca’ nın yakasını bırakmamış.
Ya da tersi, o resmin peşinden ayrılmamış.
Karayağmurlar, bütün bu sanat geçmişini ‘ Resim serüvenim’ dediği küçük kitapçıkta anlatıyor.
Ve ne iyi ki hocasının o öngörüsü boşa çıkmamış, “…o boyalarla o renkleri bulmayı” hayat boyu kovalamış ve bulmayı başarmış.
Tabii başarı durduk yere olmuyor, arkasında yetenekle beraber müthiş bir çalışma gelmiş.
Önce öğretmen okulu, arkasından Ankara Eğitim Enstitüsü ve sonra doktora çalışmaları, üniversitelerde hocalık…
Tabii bütün bu duraklar, onun resminde yeni biçimlere, temalara, renk ve desen denemelerine dönüşmüş.
Sanatçılar elbette yaşadıklarından beslenir…
İlk sergisinin konusu çalıştığı köyden kesitler olmuş.
Sonra insanı sınırlayan herşeye bu arada yaşadığı eve karşı da itirazı dile getiren “eviçleri” teması ön almış.
Sonrası da toplumun ve hayatın sanatçının önüne getirdikleri, onun bakışıyla yorumlamalarından oluşmuş.
Tabii Bedri Hoca’ nın ressamlığı kadar daha lisedeyken başlayan gazete köşe yazarlığı da var.
Buna öykücülüğünü ve şairliğini de katalım.
Ayrıca sanat konusunda da sözü olan biri.
Sanat Yazıları, Anlam Katmanları, Gün Dökülmesi kitapları bunlardan bazıları.
Hoca, hem sanat alanında, hem de üniversitedeki çalışmalarını sürdürürken 1980 darbesi gerçekleşiyor.
O anafor içinde pek çok aydın gibi 1402 sayılı yasa ona da uygulanıyor ve üniversiteden atılma şoku ile karşılaşıyor.
Türkiye’ de aydın olmak böyle bir şey, sanatınız halktan yana ise başınıza gelmedik şey kalmaz.
Neyse ki Hoca epeyi bir hukuk mücadelesinden sonra tekrar işinin başına dönmeyi başarıyor.
SANAT YOLCULUĞU BAŞLIYOR…
1981′ de ilk sergisini açtığı yıl.
1983′ de Hasan Rastgeldi ile başka bir sergi izliyor bunu.
“Resim Serüvenim” de bu sergi için;
“ Ben resimlerimi katılmadığım bir hayatı laf olsun diye yapmadım. Ne yaşadıysam onu anlattım” diyor.
Devamla, “…Kapının karşısındaki panolarda benim kıpkırmızı gergin resimlerim, Hasan’ ın karşı duvardaki beyaz mutlu kompozisyonları ile şiddetli bir çatışma yaratıyordu. Figürarif, dışavurumcu resimlerdi bunlar. Barış, kadınlar, seyyar satıcılar, kelleciler(söğüşçüler) konularını işlemiştim.” . (Resim Serüvenim, Shf.63)
Hoca’ nın bu sergi için kendi resimlerini ‘gergin’ resimler olarak nitelemesi hem kişisel hem de toplumsal konulardaki gel gitlerden olmalı.
Daha sonra Devlet, Resim ve Heykel Sergisi’ne eserleri kabul ediliyor…
Sonrası artık tanınmış bir ressamdır Bedri Karayağmurlar…
HOCA’ NIN TARZI…
“Sanatçı içinde yaşadığı topluma ve çevreye karşı sorumlukları olan biri olmalı” cümlesi kendi otoportresinde sık geçiyor.
Böyle olunca toplumsal sorunlar, insana ilişkin herşey Hoca’ nın bakışı içinde yer alıyor.
İlk sergide çalıştığı köy yaşamından kesitler ile toplumsal barış konuları birincil durumdadır.
1990′ larda ise daha bir butik konu; “eviçleri” olur tema.
“…Kent insanının evlere kapanarak bir tür savunma geliştirmesine karşı yapılmış eleştirel bir gönderme” dir bu.
Tıpkı şair Behçet Necatigil’in Sokaktan Gelmek şiirinde, “ Ev dar çünkü.” dizesinde belirttiği gibi.
Sonraki çalışmalarında; “…Geometrik biçimlerin mekân çağrışımı yapacak biçimde düzenlenmesiyle yarattığım mekân yorumları, resmim için yeni açılımlar sağladı” dediği bir dönemi kapsıyor.
“ …soyut kurguların içine mekân yanılsamalarını güçlendirecek(…) figürler girmeye başladı” dediği dönem bu…
Biliyorum resim çözümlemeleriyle sık karşılaşmamış birileri için bu kavramlar hayli sıkıntılı…
Ancak eleştirmenler, gördüğümüz ve önünde saatlerce durup anlamaya çalıştığımız yapıtları böyle yapı sökümüne tabi tutuyor. Bu kavramlarla bizlere bu tabloları analiz ediyor.
Bedri Hoca ve onun sanatı için daha söylenecek o kadar çok şey var ki…
Ancak çok sevdiğim şair, yazar Oğuz Tümbaş ile şiir üzerine çözümleme yazıları olan dostum Cevdet Yüceer ile bizimkisi bir ‘arkadaş ziyaretiydi sonuçta.
Dolayısıyla Bedri Karayağmurlar Hoca’ nın resim anlayışına şöyle bir kuş bakışı baktık.
Son olarak onun sanat anlayışını kendi otoportresindeki satırlardan aktararak yazıyı sonlandıralım:
“Sanat, insanlara kendileriyle ilgili birşeyler anlatması gereken, estetik nesneler olmalıydı.Toplumdaki gerçekleri anlatmalıydı. Sanatçı içinde yaşadığı topluma ve çevreye karşı sorumlulukları olan biri olmalıydı.” (Resim serüvenim ,shf.67.)
Hoca’ nın burada dili geçmiş zaman kipiyle kullandığı ‘olmalıydı’, ‘anlatmalıydı’ sözcüklerini izninizle ben değiştiriyor ‘ olmalı’ kipine dönüştürüyorum.
Bilmem Bedri Hoca buna itiraz eder mi, ama edeceğini hiç sanmıyorum.
Çünkü o; insanın, çevrenin ve tabii ki içinde yaşadığı toıplumun dertleriyle dertlenen biri…
Hoca’ nın bir de Ayvalık’ ta atölyesi olduğunu biliyoruz.
Belki bir gün yolumuz oraya da düşer ve bir sanatçının İzmir dışındaki serüvenine de değinme fırsatını yakalarız.
Ben kendi adıma bir yazarın, bir ressamın yazı yazdığı odasını, resim yaptığı atölyesini merak eden biriyim.
Cemal Süreya dememiş miydi ” Şairin hayatı şiire dahil” diye.
Bu ressam için de geçerli olmalı.
Öğlene doğru girdiğimiz atölyeden çıktığımızda güneş ikindinin ölgün ışıklarını Beyazevler sokaklarında bir gösteriyor, bir kayboluyordu.
Arabaya bindiğimizde Bedri Hoca’ yı atölyesi ile başbaşa bıraktık.
Onlar kimbilir hangi dünyaya açılmaya hazırlanıyorlardı.
Arabada yanımda Oğuz Tümbaş ve Cevdet Yüceer’ le daldık sokaklara, aklımızda onlarca tablonun öyküsü, renkler, desenler, çizgiler vardı.
Salim Çetin